Bu Blogda Ara

25 Nisan 2015 Cumartesi

SELİMİN BİR ÖYKÜSÜ 3 (Gecenin Yoksulu)

Gecenin Yoksulu
------

Mayıs 2012
Selim DEMİRYÜREK

        Ay, dolunay. Saat, gece yarısından hemen sonra. Hemen: bazen dakika, bazen saat, bazen gün bazen asır... Bu defa dakika veya saat olmalı, bu, zorunluluk.
        Köprünün başında bekledi. Elektrik direğinde sallanarak yanan gece lambasının iniltilerini dinledi. Aydınlatmaktan çok inliyordu lamba. Canı neye sıkılmalıydı, onu düşündü. Gecenin bu saatinde tek başına karanlığa meydan okurmuş gibi sokakta oluşuna mı, bu saatte birisinin kapısını çalacak olmasına mı, o kişiden borç istemenin ezikliğini yaşayacak olmasına mı yoksa hepsinden önemlisi, daha ne kadar böyle yaşayacağına mı? Neye üzülmeliydi? Bilemedi…
        Taş döşeli yol karanlık kusuyordu. Korku, duyduğu diğer duygularının yanında sönükleşmişti. Keşke sadece korksaydı; ancak daha fazlası sarmıştı benliğini. Belirsizliğin kahrediciliğini yaşıyordu. Değil yarına çıkmak, aldığı nefesi vermek istemiyordu. Yoksulluk, ne kadar kötü? Gece ne kadar da karanlık? Yoksulluk da karanlık. Gece, aydınlık yoksulu gece… O ve gece ne kadar yoksul? Biri ümitten, paradan, mutluluktan, sevinçten, iyi şeylerden yoksun; diğeri, ışıktan, kuş cıvıltılarından, çocuk seslerinden, hayatın canlılığından yoksun.
        Yoksul doğmuştu. Yoksullukla tanışması dünyayla tanışması idi. Daha iyi anladı şimdi; hatta bu anlayış kalbinde inanca dönüştü. Öyle ya doğduğu ev dahi yoksulluğunu haykırıyordu ona: Başka bir köyden sığınmak amacıyla gelmiş bir ailenin onların köyüne yaptığı ya da yapmak zorunda kaldığı belki o gün itibariyle ev, bu gün itibariyle yıkıntı, doğduğu an itibariyle de evin kaderine uygun olarak sığınma yeri, annesinin ifadesiyle köylerindeki evleri. Ah anne ah! Bedeni yatağa mahkûmken yüreği dünyaları gezecek kadar hür olan anne. Sofrada çökelek dahi yokken karnını yavan ekmekle değil de bal kaymakla doyurmuş gibi görünen anne! Ev, bir oda, bir oda daha ve bir de giriş kapısı. Üstü dam. Dam, çamur. Altı toprak, yeri verep öyle derlerdi köylerinde bayıra. Su basar, bu kader. O zaman zemin de çamur. Pencere, o önemli. Doğduğu gün abisi camını kırdı. Bu gün abisi canını kırıyor. Abi kırıyor, camı, canı. İçi sıvalı, o da çamur; lakin içinde saman da var. Dışı kireç, o da topraktan. Ev toprak, insan toprak, o toprak. Varlık toprak. Gerisi yok. Gerisi yoksulluk. Kış, yoksulluktur. Zaman da yoksul mekân gibi. Doğumda doktor yok, ebe, bir akraba. Doğum da yoksul, yoksulluk tam olsun diye.
        Derenin pis kokusu, içindeki korkuyla birleşiyordu. Yol taş döşeliydi. Her mevsim çıkılabilsin diye. Kazada her mezarlık yolu taş döşeliydi, adettendi galiba ya da zaruretten; ama taş döşeliydi. Kilit taş icat edilmemişti, bu taş el işçiliğiydi. Zanaatkârlarını da uğurlamış olmalıydı bu kendinden maviyle siyah arası renklere sahip dört köşe taşlar. Çok eskiydi çünkü.
        Aynı dere üzerinde yüz metre mesafede iki köprü. Bir köprünün yanında okul diğerinin yanında cami. Yol aynı. Devamı mezarlık. Hey kurban olduğum Rabbim bu ne tevafuk! Okul, cami, mezarlık aynı yol üstünde; yol bir dere iki köprü üstünde. İnsan ancak böyle bir hayatın yolcusu. Bazen seksen sene bazen bir gece. O, bu gece yolcuydu. O, bu gece yoksuldu.
        Bakmaya korktuğu dolunay, düşünmeye korktuğu gerçek ve korku. Korku, yanı başındaydı. Hiç onsuz olmadı. Yoksul korkardı. Dua etmekten dahi korkuyordu; ama yine de dili dua mırıldanıyordu. Her adım uzaklaştırıyordu, varamıyordu. Varmak da istemiyordu. Vardı. Onlarca düşüncenin, korkunun, duanın ve adımın ardından, vardı.
        Önce kapısı olmayan bahçeyi gördü. Metruk bir görünüme sahipti; ama terk edilmemiş aksine bir önceki bahar ekilmişti. En çok da kabak ekilmişti ve biraz mısır ile soğan ve sahibinin yeşilini çok sevdiği sarımsak. Şimdi metruk gibiydi, bakımsızdı, ev ve sahibi gibi bakımsızdı. Yoksul değildi sahibi; lakin varlıklı olacak kadar da asil değildi. Parası vardı; ama yiyecek yemeği yoktu. Evladı vardı; ama baba olacak kadar adam değildi. İlk karısını taşlı yolun devamına götürmüşlerdi. Yolun camisi bile yoktu o zaman. İkinci karısı, ilk karısının intikamının somut haliydi adeta. Ama bahçe sahibi, ev sahibi, kadın ve evlat sahibi değildi. Bakımsızdı.
        Kapıya vurdu. İki defa daha tekrarladı. Son tekrarın hemen ardından sesi geldi ev sahibinin. Sonra ayaklarının getirdiği bedeni. Yaşlanmış vücudunun o hâline tezat sesi ve cam gibi gözleriyle gecenin bir yarısında dahi varlığını hissettiriyordu cebindeki parasının. Ona da bu lazımdı. Belki de ev sahibi bunu anlamıştı. Yoksulluğunun en yoğun hissini yaşadı. Yoksulluktan tiksindi; zira yoksulluk istemekti. İstemek, çaresizliği, zavallılıktı. Gece bu zavallılığa şahitti. İstedi. Anlaşılmayan bir homurtunun ardından eli cebine uzandı ev sahibinin. Vicdansız bir tefecinin yetim çocuğa gösterdiği şefkatin artığını göstererek acısını ifade eden bir mimik belirdi, kızılla siyah arası sakal diye gezdirdiği kılların kapattığı yüzünün bir köşesinde. Üzülmüş gibi görünmeliydi duruma. Arkasını döndü. Kasasının şifresini gizleyen tedbirli bir altın tüccarı gibi. Görmemeliydi, çok parası olduğunu. Fakat o biliyordu, ev sahibinin çok parası olduğunu. Bilmek görmekten âli değil miydi? İnsan gördüklerini bilmezdi bazen; lakin bilirdi görmediklerini de. O yüzden iman, görmeden bilmekti. Ama ev sahibi bilmiyordu bunu.


        Terk etti, önce bakımsız ev sahibini ve evini sonra, metruk görünen bahçeyi. Taşlı yol önce caminin önündeki dereden sonra okulun önündeki dereden geçirdi onu. Dönerken korkmadı. Sadece dua etti. Demek giderken ki tüm korku yoksulluktandı, iyice anladı. Geçici olarak zenginliğin tadını çıkaracak vakti yoktu, aklına bile gelmedi zaten.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder