Bu Blogda Ara

29 Mart 2015 Pazar

SELİMİN ÖYKÜSÜ 1

28 MART 2015

Arkadaşımdan yazı istiyorum. İstiyorum çünkü onun öykü ve şiir ile ilgilendiğini biliyorum. Öykü ve şiir, saatler değişmeden önce elime geçiyor. Önce öyküyü okuyorum. Beğeniyorum. Şiire gelince karar vermeden önce duruyorum. 

----------
İşte arkadaşımın öyküsü

Ağa Yokuşu

Selim DEMİRYÜREK

I.


İsteklerinize dikkat edin, sahip olduğunuzda geç kalmış olabilirsiniz.
Ne kadar geldiklerini bilmiyordu; fakat yaklaşmışlardı, herhalde. Yine yanıldı. Yol daha epey varmış, bitince anladı. Hep böyle yapardı. Kendiyle bahse girer, bazen kazanır bazen kaybederdi. Kazanınca sevinmez doğal karşılar, kaybedince üzülürdü, sanki o doğal olamazdı. 
Kırk üç kilometreymiş. Taksici öyle söylüyordu. Sivaslı olmakla hava atıp da buraları bilmiyorum dediği gibi. Oysa bilmeliydi. Buralar Sivas’ındı, Sivas buralardı.
Şehrin hangi yönüne doğru gidiyorlardı, bilmiyordu. Fiyatı uygun olduğu için o taksiyi tercih ettiğini sanıyordu oysa hiç de öyle değildi. Onu da bilmiyordu henüz. Yönü, taksi
fiyatını, gideceği yeri, neden burada olduğunu, neler yaşayacağını bilemediği gibi. Kıvrılan yokuşların belirsizliği karşıladı şehirden çıkınca ve devam etti belirsizlik, bir müddet daha
bazen şiddetini azaltarak. Saklanmış bozkır, kucağını açtı yaslandığı dağların heybetiyle.
Bir levha takıldı, belki de ilişti gözüne: Pınarlı. Bir levha, daha büyük ve mavi: Karaçayır. Ve mezarlık, daha sonra öğrendiği eski karakol binası lojmanı ve bir yokuş daha. 
Bozkırın düzlüğü geride kaldı, özlemleri, güzel yaşanmışlıkları hatta hayalleri gibi.
İşi kolaylaşmıştı Reno’nun, bayır iniyordu. Öyle ya, çıkılınca yokuş, inilince bayırdı aynı yol. En azından halk arasında böyle bir kabul vardı. Kaç bayır inmiş, kaç yokuş çıkmıştı emektar. İçi mavi dışı sarıydı. İçi daha eskiydi. Konfordan uzak sadece ulaşım aracıydı.
Amacı da buydu herhalde onu yapanların? İnsana benziyordu, özellikle yokuştaki feryatlarıyla. İsyanıydı belki de. Ama onun çığlıkları anlamsızdı, sızlamaları da. O, arabaydı, araba; cansız, kansız, her ne kadar plastik ve kumaş da ihtiva etse demir yığınıydı. O kadar.
Aklına şaştı. İtirazı, delildi aslında kendine. Araba insan gibiydi evet bu doğruydu! İnsan; canlı, kanlı, her ne kadar kemik ve su ihtiva etse de et yığını değil miydi? Çağdaş çağımız (ne demekse o?!) öyle görmüyor muydu? Bu fikir kovalamacısından kurtulup dışarıya baktı.
Düşünceleri yine cirit atıyordu kafasından büyük beyninde.
Az veya çok suyun belirtisi olan söğüt ağaçları sağda ve solda derviş edasıyla boyun
bükmüş geçenleri selamlıyorlardı adeta. Yıldız Dağı beyaz takkesi ve ihtişamıyla dervişlerini gözleyen bir mürşit endamıyla hürmetlerini arz ediyordu sanki kilometrelerce öteden.
Tabloluk bir manzaraydı. Belki de bir tabloydu bu muhteşem mekan nazar-ı arifanda? 
Solda bir yar, önde bir kıvrım buyur etti onları Ağa Yokuşu’na. Şimdi ineceklerdi ama onun adı Ağa Yokuşuydu. Bayır olamayacak kadar özel, inişin kolaylığıyla anlatılamayacak kadar vakur.
Sağ tarafa göre solda sayıca daha çok olan sıralı dervişlerin çevirdiği yokuşun bitiminde önce ırmak namzedi bir dere karşılıyordu hicabından çağlamayarak. Sonra Ağa Yokuşu’nun
kudretini hisseden o kıymetli misafirlere yolun ikiye ayrılan noktasını tayinle görevli soğuk su ikram eden bir çeşme karşılıyordu. Su temizlikti, temizlik imanındı. Dere ve çeşme insanın en kadim temizleyicileri idi. Hikmet-i ilahi odur ki, bu tevafuk bir dağ eteğini müşerref kılan
İslam elçisi Mübarek Çeltek Baba’nın kabrine varmadan hemen önce yer alıyordu. 
Utangaç köyler yoldan uzaklara saklanmışlardı buralarda. Yol kendi yolunda ilerliyor, köyler yoldan kaçıyordu. Ağa Yokuşu’nun bittiği nokta, bir köprü dere üstünde, bir çeşme iki yol ortasında. Ve garip bir yokuş, dalgalı arazinin dağ tarafında. Çeltek Baba selamlıyor gelip geçenleri burada.
 Düzlük. Utangaç köylerin yerini gammazlayan levhalar… 
Edepli dervişler, kavak ağaçlarında geveze kargalar… 
Yolun sonu yok, son bir sonrasının başlangıcı... Bir bayır daha iniyor emektar hararetini indirmek için. Lakin feryadı azalmak şöyle dursun iyice dokunuyor insana, sanki sızlanıyor, boğazına bir şeyler düğümleniyor. Ve ırmak namzedi bir dere karşılıyor yine üzerindeki köprüyle. Bir temizlik daha icap ediyor. Bir mübarek kalp yine medfun bir dağ üstünde. İsmi köye verilmiş, köy bu isimle tanınmış: Alahacı. 
Topraklar kutsal, topraklar kıraç, topraklar boz burada. Rivayet odur ki; mübarek Çeltek Baba kardeşiyle yola çıkmıştır, kalplere huzur, diyara Dini Mubin-i İslam’ı getirmek için. Cenab-ı Hak
gayelerine erdirmiştir erenleri, diyar müslümandır; lakin ahali biraz beynamaz. Köy, iki dağ arası bir dere. Köy derede. Köyün güneyi dere. Doğusu başka bir köy. Batısı aynı dere ama uzak. Batısı güneyinden uzak bu köyün. Güneyi hemen dere. Mübarek hemen dağ hemen kıble. Batısı, Sivas. Batısı uzak. Köyün girişi çünkü. Okul kuzeyde. Okul bir kale görünümünde. Okul en muhkem tepede. Okul âli, okul kale, okul yolsuz, okul metruk o an itibariyle.
Sukut-u hayalin lisanda tecellisi, dinî hassasiyet engeline takılıyor, bir yutkunmadan ibaret kalıyordu. Söylenecek söz çoktu. En sadesi, burada, bu köyde olmayı hiç istememişti. Mesai saati zannettiği –ki öyleydi- kapalı olan bu okul bir de bu özelliğinin ilavesiyle
hakikaten ulaşılmazdı; lakin o bunu başarmıştı. Başarılı mıydı netice itibariyle bedbaht mıydı bilemedi. 
Muhtar değil köy, şehir sınırlarının ötesinde ülkenin güneyinde bir yerlerdeydi.
Telefondan gelen ses cızırtıyı bastırarak bunu söylüyordu.
Son birkaç saatin hayatını nasıl etkileyeceğinin şiddeti beyninde şimdiden bir zonklama olarak tezahür ediyordu. Cevabını istemediği sorular cevaplarını haykırıyordu. Soruların cevabı kendileriydi. Nerde kalacaktı, lojman bu harabe yer miydi? Şehirden gidiş
geliş mümkün olabilecek bir şey miydi? Okula gitmek dağa tırmanmak mıydı? Gerçekten
burası okul muydu? Bunun için miydi onca emeği? Sevindiği sınav puanı bu kadarına mı yetiyordu? Burada çalışacak hatta burada mı yaşayacaktı? Duaları, dualar bunun için miydi? Son beş yılının en büyük isteği bu muydu?


II.

Kış en asil mevsimdir, zira insan sadece onun için hazırlanır.
Göreve de başlamıştı gidip gelmeye de. Görevin kutsiyeti, masum çocukların saygılı bakışlarından kaynaklıydı. Bu bakış, bir hayat isteğiydi, çaresizlikten, yoksulluktan ve buradan kurtulmak için. Her bakış, bir özlem, bir dert yanış, bir çare isteğiydi. Her bakış, Ağa
Yokuşu gibi dimdik gösteriyordu kendini. Saygı, en tabi duyguydu burada. İnsanlık en tabi hâliyle vardı. Yürektendi burada istek, sohbet, bakış. Lakin ne ölçüde karşılık verebilecekti, bunu bilmiyordu.
Kar yağmadan, sular donmadan alıştığını zannettiği yol aslında kendini kışa saklamıştı. Anlaması geç olmadı; çünkü kış erken gelirdi buralara ve yine öyle oldu. Kış ve yolculuk aynı cümlede kullanıldığında ne de çetin ifadelerdi. Bir de bu cümleye Ağa Yokuşu girmişse işte o vakit zorluk anlamı mukadder bir hal arz ederdi.
Tabiat, sünnetullahın tecellisinin gereği olarak beyaz örtünün altına sığınmış hilkat boyasıyla tekrar yeşile boyanacağı anı bekliyordu. Zaman mefhumu bir defa daha tanıma
muhtaç olduğunu veya beşeri zekanın kendini nasıl da kandırdığını ispat ediyordu. Zaman, en küçük parçası an; en büyüğü ömür olan izafi kavram. İzafiyeti, yaşanılan anın ve ömrün muhtevası ile olduğu kadar tatminiyle de alakalı. Vakit, gün, hafta, ay, mevsim, sene;  an ile ömrün arasını dolduran en tabî zaman dilimleri. Salise, saniye, dakika ve saat ancak hesap işlemleriyle mümkün olan aciz birimler. Biri diğerinin katına muhtaç. Ve herkese eşit; sanki
herkes aynı zamanı yaşıyor? Çağdaş çağımız Dünya ve Güneş’in bir yörüngede akıp gitmesi gibi Halık’ı itibariyle bu gayet tabi durumun neticelerini tasnif için dahi ne kadar da çok beklemiş, yazık! Oysa Kelam-ı Kadim ile sabitti. Bakan göz, anlayan beyin ve inanan kalp
buna yeterdi.
Kar sevdalısı Yıldız Dağı, beyazın safiyetini kendi zarafetiyle dercedip bir tablo misali önce göze sonra kalbe dokunuyordu onca mesafeden. Seyri hoştu, ayağı üşümeyenler, karnı tok olanlar ve dönüşü önemli olmayanlar için. Lakin bu tablo bir seyir tepesinden değil nasıl inileceği meçhul, çıkarken kalınacağı kuvvetle muhtemel olan Ağa Yokuşu’na az kalındığı bir yerde izleniliyordu. Böyle bir tabloya hayat veren karın ve kışın safiyet ve zarafetinin mukavemeti de Ağa Yokuşu’nda hayat buluyordu. Geçit vermez yüce dağlara ait olan çağrışımların, mahpus oldukları türkü sözlerinden kurtulup can bulduğu noktanın adıydı Ağa
Yokuşu. Bu çilesinden ötürü Sevda Yokuşu olmalıydı adı, ilk önce zora, başarıya, şehre ve hayata dair bir sevda yokuşu. Bu sevda, bagajlardaki yüktü. Yük dediğiniz, o sosyalist diye geçinen para kulu olmuş asilzadelerin söyleyip yazdıkları; lakin nasıllığını bilmedikleri şeylerin toplamıydı. Yük; tüp gazdı, pirinçti, toz şekerdi, çaydı, kibritti, bir tabaka camdı, akide şekeriydi, saç tokasıydı, beş metre pazendi… hayattı. Her inenin ve çıkanın kendini muzaffer ilan ettiği bu yokuş bir hayat sevdasının çocukça bir kalple kazanılmasıydı. 
Ağa Yokuşu’nun bitimindeki sola doğru kıvrımın düzlükle kavuştuğu noktada muzaffer insanların doldurduğu minibüs ve otobüslerle karşılaşılıyordu. Yol vermek, yardım etmek şoförlüğün şanındandı burada. Herkes tanıdıktı, ilk defa karşılaşılsa da; zira yol birliği kan kardeşliği gibi samimi bir duyguydu. Ağa Yokuşu’nun hali sorulurdu kendi hal ve hatırlarından önce. O nasıldı? En büyük merak buydu, bu önemliydi. Her çeşit cevabın muhataplarının beyninde oluşturduğu tek mana vardı: Oldukça iyi. Yine zorlu yine çile sevdalısı yürekleri bekliyor, hayat imtihanında mücadele soruları sormak için. Mutlak manada kalanın görülmediği tehir etmenin de mukadder olduğu bilgisi imtihana girecek her yolcunun
ön kabulüydü.
Tepelerine yağan karla kavuklu dervişler gibi görünen söğüt ağaçları, karın kaybedemediği aksine daha da ihtişamlı kıldığı varlıklardı. 
Yol neresiydi? Sorusu, sürgünle kapanan sağa doğru olan kıvrımın görülmediği veya kestirilemediği her an geçerli tek soruydu. Kimse yoldan çıkmak istemezdi; lakin hayat yolu hiç de öyle olmadığının en net aynasıydı. Ağa Yokuşu da şu hakikati haykıran bir ayna idi bu manada: Ey gafil! Haline bak, titriyorsun. Nasıl inerim, nasıl çıkarım diye korkuyorsun. Bu sorular korkutmasın seni; zira
ayağının altındaki yüzüm seni korkutmak değil ulaştırmak emriyle memur, nasıllığını düşünme burada, takdirden evvel tedbirin Halık’ı da Mevla’dır. Korkacaksan şayet, nasıl yaşadığına bak ve ondan kork. Ben de visal şu dere üzerindeki köprüdür; ondaki visal sırat
altındaki cehennem narı yahut sırat ötesindeki cennet bağıdır.   Muvakkaten değil hakikaten.

-------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder