Bu Blogda Ara

29 Aralık 2011 Perşembe

UMRE GÜNLÜĞÜ (DÜZELTİLDİ)




 

Öyle diyor ihtiyar:


18 sene muhtarlık yaptım, kimsenin burnu kanamadı.

Uzakta olduğundan ya da konuşmalara kendini veremediğinden, anlamayan arkadaş soruyor:
“Ne dedi? “ diye soruyor Mehmet Ali.
“18 sene şeriflik yapmış, kimse kurşunlanmamış, dedi “diyor tanımadığım arkadaş.
“Nerede yapmış şerifliği?”
“Şeriflik nerede yapılır? Tabi ki kasabada.” Diyor tanımadığım arkadaş.
“Hangi kasabada?” diye ekliyor Mehmet Ali.
“Teksas'da. “



-----------------------------------------



14 Ekim 2006, saat 12.00'de Maraş'tan çıkış. Gece, uçakla Adana/İstanbul. Çeşitli şehirlerden gelenler İstanbul havaalanında birleşiyor. Gecenin bir vaktinde sahur yemeği için kanepelerde toplanıyoruz. İçine ailelerimizin kokusu sindiği azıkları açıyoruz. Yani herkes kendi marifetini ortaya döküyor. Şimdi, Antakya'lıların dolmasına uzatıyorum elimi. Dolma, birkaç lokmada mideme inse de acısını sonradan hissedeceğim. Midem tamamiyle bozulacak. İki kez uçakta tuvalete gitsem de ve her birinin akabinde abdest alsam da bu bana zor gelmeyecek. Neticede şöyle düşünüyorum: Uçak beni kutsal yöne doğru taşıyor ve abdestsiz uçamam.

Aklıma tarifi güç olanlar geliyor.


İstanbul havaalanında 9 saat bekleyiş.

Havaalanının mescidinde ihrama giriyoruz. İhramdan önce sahur yemeği yiyoruz.


--------------------------------------------



1.GÜN


15 Ekim

Mekke.



Kutsal kent.



Öğle vakti dahil oluyoruz. Önce yerleşiyoruz. İhramlarımızla dinlenmeden mescidi Haram'a giriyoruz.

Yorgunluk.


Tavafta iyice yorulduğumu hissettim.

Say'dayız.
Adımlarımı taşımakta her say sonrası daha da zorlanacağımı biliyorum. Benden yaşlı arkadaşım beni yüreklendiriyor. Üzerimdeki ağırlıkları taşıyor.
“Çantanı bana ver,” diyor.
Sonra elimdekileri de alıyor.
Gidişlerde ve dönüşlerde oturmalıyız diyorum arkadaşıma.


Akşamı (iftarı) yerleştiğimiz otelde eda ediyoruz. Şimdilerde düşünüyorum da; bu tercih ediş şeklini bir türlü kabullenmek zor.



TERAVİH



Heyecanlıyım. Nasıl heyecanlı olmam  ki, Mekke'deki ilk teravihim bu.

Her taraf dolu.
Allah'ım bu ne kalabalık.
Arkadaşım önden gidiyor. Bana yer bulabilme gururunu taşıyarak ilerliyor.
Asansörlere yönlendiriliyoruz.


3. Kattayız.



İleriye doğru.

Yer bulabilme çabasındayız.


Bulduğumuz avuç içi kadar yere oturuyoruz.



Hani güneyde tek kubbe vardır, çoğu kere resimlerde, görüntülerde ön plana çıkar, işte ona yakın bir yerde kendimize yer buluyoruz.



İmam ağlamaklı.



İmam, o ağacın altından söz ediyor. Anlayabiliyorum. Kişi okunanları anladığında daha bir güzel oluyor ibadeti. Arkadaşıma da tercüme ediyorum namazdan sonra. "Gerçekten Allah (Hudeybiye'de) biat ettikleri zaman mü'minlerden razı oldu.



Kimileri feryatta.

‘Allah'ım ne güzel bir hava yakaladığım bu an gibi et, bütün günlerimi?’


------------------



2. Gün


16 Ekim:



Sabah namazından sonra ortalık sakinleşti. Dünya milletleri,(kim bilir) sabaha kadar uyumazlığın sonunda yatmaya çekilince oldu bu.



Arkadaşımla yatmaya gitme yerine tavafı tercih ediyoruz.

Ne güzel bir tercih yaptık diyorum Mehmet Ali'ye.


'Sendeki iştah beni gönendiriyor,' diyorum.

O gülüyor.


2. bir tavaf için hazırlık yapıyoruz.

Ne demeliyim, diyor bana.
Başlarken; şöyle demelisin, diyorum ona.
Hani, Hz. Adem ilk tavafından sonra gururlanmıştı. Tavrı meleklere miydi? Belki.


Melekler ona;

Biz iki bin sene önce burayı tavaf ettik demişlerdi.
Adem baba, meleklere: 'Tavaf ederken ne demiştiniz,' diye sormuştu da,
'Sübhanallah'i velhamdülillahi vela ilahe illahu vallahu ekber, dedik' demişlerdi.


Babamız buna;

'Le havle vela kuvvete illabillah'i yi eklemişti.


Arkadaşıma bunları da anlattım.

O, 2. tavafa gidince, ben uzun bir namaza başladım.
Geldiğinde namazım henüz bitmişti.
'Kabenin gölgesinde tesbih namazı kılmak ne hoş,' demişti.


Sabah, tavaftan sonra Haram'ı çevreleyen alanı gezmek, yapılması gerekenleri, bilgide zayıf ve tecrübe sahibi olmayan arkadaşıma anlatmak mutluluk verici.

Dinlenmek için çevrili alanın güney-batısındaki merdivenlerde oturuyoruz. Tavaf edenler bize uzak değil. Buraya oturmaya gelmedik dercesine ikimiz de kalkıyoruz. Arkadaşım, tavafa yönelirken, tavafım öneminin üstün olduğunu bilen ben yine de uzun sürecek bir namazı tercih ediyorum.


Akşamdan kaldığı belli olan terkedilmiş boş vaaz kürsüsünü sütre edinerek namazıma başlıyorum. Namazım, ne kadar uzun sürerse değeri o kadar artar. Bunun bilincinyim. Namaz arasında kürsünye dayalı bırakılmış pardesü dikkatimi çekiyor. Burada dikkat celbeden elbette bununla sınırlı değil.



Ebeveyni tarafından bırakılan iki kardeş çocuk sürekli bana bakıyor. Namazda bile çocukların bakışları beni kuşatıyor. Tavırlarını unutmak mümkün değil.

Ebeveynlerinin gecikmesi onları ağlamaklı duruma düşürüyor.
Çocuklar ne de hoş. Kız olanı erkekten büyük. Erkek ağlamaklı gözlerle ablasına beni işaret ediyor. Annem nerede diyor sonra. Ebeveynlerinin gecikmesi, onlardaki umutu azar azar eritiyor. Umutsuzluk başlıyor. Umutsuzluk yerini telaşa bırakıyor.


Yakınımda üç temizlik işçisi var. Yanlarına sokuluyorum.

Sadaka-i Fıtır onlara nasip oluyor.
Ailemin fitresi.
'Ülkemizdekinden, diyorum M. Ali'ye yüz bin kat öndeyiz.'

-------------


2. gün, yine aynı hatayı yapıyoruz. Allah'ım sayılı günler için geldik sana neden bu hataları yaptık? Orucumuzu seninle açıp, namazı evinde kılsak ne güzeldi?

2. gün, teravihi ilk günde kıldığımız yere yakın bir yerdeyiz.


Önce mescide saygı diyorum arkadaşıma. İki rekat ile yetineceğe benzemiyor. Uzatıyor. Kıldıkça kılıyor.



Daha teravihe bir saata yakın var. O, her taraf doldu, diyor.

Mescide saygıda kusur etmiyor.


İmam yine ağlamaklı.

Ayetlerin anlamı beni alıp götürüyor.


-------------



3. gün


17 ekim 



Bir yanda teravih için saf bağlayanlar, diğer yanda tavaf edenler. Hani Türkiyede iken Salih Hocayla tartışmamız neticesi (teravih mi, tavaf mı konusunda ?) tavaf her zaman yapılabilir, kaçmaz ama teravihin kazası yok, düşüncesinden sonra teravih kılma ağır basmıştı. Ama burada hiçbir şey niyet edildiği gibi olmuyor.

Kişinin sanki iradesi alınıyor.


Kaderinde ne varsa (ana kitapta yazılı olan) o vukuu buluyor.



Teravihin 1. Safında bulunmak elbette beni gönendiriyor. Ancak 2 rekat kılabiliyorum. Selamda polis safı dağıttı ve kendimi tavaf edenler arasında buldum.



İlk defa sessiz tavaf yapıyorum. Bir şey okumadan yapılan tavaf olur mu diyesi geliyor insanın? Yalnızca okunanları dinliyorum. Beynim imamın okuduklarını çözümlemekle meşgulken ayaklarım Haram'ı dolanıyor. Haram'ın merkezinden çıkan hararet, yanan binler, ağlayan çocuklar, üzerimizde dönen kuşlar… Ama huzurluyum, ama sakinlik, ama sessizlik. En huzurlu tavafım. İmamın uzun okuyuşunu dinleme ile ona katılma, Yaratıcının sözlerini tekrarlama. Ayetlerin anlamını çözme.



Tavaf uzun sürüyor.



Saf durumu almalıyız, almalıyız çünkü Teheccüd saati yakın. Teheccüd namazı için,

Beyt-i Atik'in batısında, kendimi 4. Safta buluyorum. İmamla karşıkarşıyayız. İlk safta olsam ne güzeldi? İlk safta olamamak kıldığım uzunca süren 2 rekat boyunca beynimi kemiriyor.


Aman Allah'ım, 1. Saftayım.



Polis, tavaf yerinin rahatlığı gerekçesiyle önümdeki 3 safı kaldırınca şavtına devam edenler önümden geçmeye başladı.

1. Safta olmak, başka bir deyişle Allah'ın evi ile (tafav edenler hariç ) arada bir engel olmadan namaz kılmak ne iyi.


Küçük çocuklar babalarının omzunda. Küçüklerin ablaları annelerin elinde. Uzaklardan çocuk ağlamaları geliyor.



Ne huzur verici ?



Teravihten daha mı huzurlu? Her rekatta 3 cüz okunuyor. Teravihin ruku ve secdelerinde 3 tesbihat söylemek mümkünken, bunda 7 tesbihat, bir o kadar zaman da dua edebilmek mümkün?


*


Sabah olmak üzere.


--------------



3. GÜN



Teravih için yer bulmak hayli zor.

Saatler öncesinden dahil olmak gerekir.

*


Bir elin parmakları kadar kaldı oruç gecelerinin bitmesine. Ağlamak gerektiğini biliyorum mübareğin gidişine. Ama gerçekten ağlamak gerek. Yüzeysel değil hiç bir şey.



Burada hiçbir şey niyet edildiği gibi değil. Herşey kendi isteğinin dışında gelişiyor. Kalabalığı yararak, saatler önce ibadet mahalline varıyorsun. Teravih başlıyor. Oh, ne güzel, Beytullah'ın metrelerle ifade edilebilecek kadar yakınında teravih kılıyorum diye düşünürken polis, buranın tavaf mahalli olması gerekçesi ile namaz saflarının 3'ünü (iptal ediyor) dağıtıyor. Hafıflanıyorsun. "1. Safta teravi kılıyordum, ama bundan alıkondum. İradem dışında alıkondum." Başka bir ibadete geçiyorsun. Düşününce, sevabı kat kat fazla olan ibadette olması insanı mutlandırıyor. Sünnet namaz ibadetinden, tavaf ibadetine. Elbette hoş.

Sessiz bir tavaf yapıyorum.
Okunanları dinlemek daha önemli diye düşünüyorum.
En huzurlu tavaflarımdan biri.
İmamın uzun okuyuşunu dinleme (Yaratıcının sözlerini tekrarlama. Aman yarabbi, tevbe. Bütün sözlerini tasdik etme imkanı ver bana. İrademi öyle genişlet ki, yasalarının dışına çıkmak nasip olmasın.) ile yetinmenin anlamını neden daha önce bilemedim?


Tavafın değerinin fazlalığını bildiğimiz halde neden teravihi ya da teheccüdü tercih ederiz? Cevap: tavaf kaçmaz. Ama hayır, tavafı farz namaz hariç hiç bir şey kesemez.



-------------




4.GÜN  (18 Ekim, çarşamba)


Öğle.


Merve - Safa arasında ama Merve'ye daha yakın bir yerde kendime yer buluyorum.


Arkadaşımı kaybetmedim. Hayır, yaptığımız ibadetin huzurunu alalım diye bir birimizden ayrıldık.



İkindi oluyor.



Namazdayız.



Yanımdaki genç düşüyor.

Namaz sonrası soruyorum:
'Sık mı olur?' diyorum düşüşünü kasdederek.
'Hayır, diyor genç, ilk defa oluyor.'
O da bana soruyor:
'Abdestim bozuldu mu?'
'Kendini kaydettiysen, 'evet' ' diyorum.


Tam önümüzde açık ve net görüldüğü halde Kabe'ye baktığımdan gencin burada muayene olup, namazın sonuna yetiştiğini göremiyorum.

'Tansiyonuna baktırsaydın?'
'Baktırdım,' diyor o.
'Nerede'
Tam önümüzdeki 'Hilali Ahmer' yazılı mekanı gösteriyor.
'Acaba namazım.' Diye söyleniyor.
'Kendini kaybettin mi?'
'Evet.'


Zor bir fetva, Allah'ın evinde bu soruya cevap vermekten Allah'a sığınırım.



*



Akşam 



Yaklaşık bir saat öncesinden Ebu Cehil tuvaletleri ile Bab'ı Selam arasında oturuyorum. Kalabalık gittikçe artıyor. Bir yandan yaklaşmakta olan iftarı düşünürker, diğer yandan teravihi düşünüyorum. Sonra teheccüdü. Keza, bu gece değerli bir gece.



*



Kadir gecesi.



Yatsı.



Tavafta ezan okunuyor.



Teravih kılacağım, diye niyet ediyorsun. Çünkü tavaf her zaman yapılır, diye düşünüyorsun. Bilmiyorum bu düşünce doğru mu?



Ama öyle değil. Kişi isteğinin dışında, iradesinin ötesinde hareket ediyor. İlk defa anladım ki, kimi anlarda kişinin iradesi alınıyor: Kaderin cilvesi devreye giriyor.

Öyle kalabalık ki, değil istediğin gibi hareket etmek, yaptığın tavaf için 2 rekat namaz kılmak bile mümkün değil.


Mekke halkı ve yakın köyler, ilçeler halkı doldurmuş her tarafı.



"Sanırım yakın illerden de gelenler oldu," diyor biri.



"Muhakkak."



"Yoksa bu kalabalık neden?"



Tavaftan sonra teravih kılacak yer arıyorum. Nafile. Müezzin Çardağı derler hani.... kendime oralarda yer bulurum, diyorum. Nafile. Herkes yerini tutmuş. Buralarda hiç yer bulunur mu? İşi gücü olmayanlar da burada. Arkadaşlarla buluşma yeri burası. Nedense Ali Erdemoğlu'nun bir yıl önceki sözleri aklıma geliyor. Ali, buralardan uzak dururmuş. İlkin yadırgansa da sonraları Ali'yi anlamak imkansız değil. En iyisi mi, huzur bulabilmesi için kişinin buralardan uzak durması gerek. O tecrübeliydi. Tecrübesi sınırlı değildi. Ramazı burada geçirip… Ramazan, zilkade ve Zilhicce aylarında burayı ziyaret elbette anlatılamaz. Ama… Ama diyence arkadaşım bir tuhaf bakıyor.

Aması ne der gibi.
Açıklıyorum:
Hak, diyorum, başkasının hakkına tecavüz değil mi?
İbadette sınır olmaz, diyor.
Kişi daha önce yasal yollardan hacca gelmişti. Haccını yaptı. Ne güzel. İkinci sene yasadışı yollara başvurdu.
'Vurabilir,' diyor.
'Hayır vuramaz.'
'Neden,' diyor.


'Nedeni; buranın kapasitesi sayılı. Diyelim, 4 milyon olsun. O yasadışı yolları seçmekle 4 milyon 1. oldu. Ve izdihama sebep oldu. Onlarca kişi öldü.



'Bu, kaçaklar olmasa ölüm olmayacak mıydı? '

'Takdir.' Diyorum.
Sonra ekliyorum: 'Levhi mahfuzda bu olay biliniyordu ve ana kitaba Allah tarafından yazılıyor.'


Çevrili alanın dışındayım. Allah'ım ne de çoklar. Güneye doğru yönüm. İlerlemek zor. İleride erkekler, geride kadınlar ve çocuklar. Saf tutan insanlar.

Hastanenin önünde kendime yer bulabiliyorum.
Bu kadar zaman gezmekteyim (arayış içindeyim) ama sadece bir rekattan mahrum kaldım.
Yetişemediğim ve uzun süren rekat.


Zaman ne de çabuk geçiyor. Teheccüde de aynı yerde başlayıp, Safa gerisinde (dışarda) vitri tamamlıyorum. Dua uzun sürüyor. Ağlanıyor. Çocuk ağlamaları artıyor, ötede Ebu Kubeys önünde sesler geliyor.



Bir tarafta tavaf yapanlar, gerisinde teravih için bağlanmış saflar.



Yine sessiz bir tavaf yapmanın huzurunu alıyorum.



---------------------------



5. GÜN (19 Ekim)



Boğazım ağrıyor. Gribim. Burnum sürekli akıyor. Öyle önemli bir rahatsızlık hissetmiyorum.

Yine de hastaneye gitmeliyim. Otobüste gelirken bir Türk'le konuştum. Benden önce o söyledi. Hasta imiş. Hastalığı boğaz ağrısıyla başlamış. Hastaneye gitmiş.
Sonra sıranın imkansızlığından bahsetti. Ama dedi sonra, sıra tahminimden önce geldi. Muayene olmuş. İlaçları içince iyi olmuş.


Gece yatakta bu konu da meşgul etti zihnimi. Kafamdaki 1. konunun hastalık olduğunu iddia edemem. Hastalığım 2. planda kalıyor. Hastalıktan önce çok şey var yapılacak. Öyle anlar oluyor ki, hastalık aklıma bile gelmiyor.



Eğer bu hastalık, memlekette musallat olsaydı ölür ölür dirilirdim, yataklara girerdim. Geceleri yatamazdım, burnum kapanır, uyuyamazdım.



AKŞAM



Her zaman olduğu gibi niyetim, teravih. Tavaf 2. aşamada kalıyor. Bu günlerde böyledir bende oluşan düşünce. Hem arkadaşım da söyledi (Salih Hoca) gelmeden önce. Ben sordum da söyledi o. Bu konudaki düşüncesini söyledi.

'Tavaf mı edelim, teravih mi?' diye sorunca.


'Tavaf kaçacak değil, ben olsam önce teravih, sonra tavaf,' demişti.



Bu düşüncelerle dolu bir kafa ile ilerliyorum. Niyetim, Beyti Atik'e yakın bir yerde (1, 2, 3, 4… saflarda )teravih kılmak. Mümkün mü ? Değil elbet., diye düşünürken kendimi Hicr'i İsmail'in arkasında, ilk safta buluyorum. Ne güzel. Yatsı namazı ve sonrasında teravih başladı. Teravihten yalnızca 2 rekat kılınca tavaf edenlerin çokluğu nedeniyle polis (değil elbet. Bu bir askeri ülke. Asker demeliyim.) safımızı bozuyor. Bozulan yalnız bizim saf değil. İki saf daha var.

Harem'in içinde (düzlükte)  kalan rekatları tamamlarım diye düşünüyorum, ama nafile. Güneye doğru gidiyorum. Kalabalık gittikçe artıyor sanki. Harem'in dışında yer arıyorum. Saflar dolu. İğne atsan yere düşmez derler ya. Bu sözün doğruluğu burası için söylenmiş sanki. Evet, muhakkak burası için söylenmiş. Hacda da bulundum. Son günler kalabalık olur, ama bu kadar değil. Şimdinin 2/3 ü kadar. (Üçte ikisi kadar.)


-----------------------


6. Gün (20 Ekim)



Tavafsız geçen bir gün. Neden böyle oldu bana?

Kutsal günlerin sonu. Her taraf dolu. (Artık bu kelimeden ben bile kanıksar oldum. Kutsal günleri değerlendirmek için Mekke'nin ilçelerinden, köylerinden ve uzak/yakın diğer yerleşim yerlerinden haliyle günübirlik gelenler olacak. Bundan daha doğal olanı düşünülemez.) Tünellerin ilerisinde, zemzem çeşmelerine, Abdulmuttalip dedenin evine varmadan bir yere yerleşiyorum. 

Burada imamın sesi anlaşılmıyor. Olsun, yine de yer bulmanın sevincini taşıyorum.

Yanımdaki düşecekmiş gibi oluyor teravihte. İlerleyen rekatlarda adamın (kıyamda iken) sendelemesi artıyor. Bana dayanması var.


------------



7. GÜN (21 Ekim )


ÖĞLE:



Genellikle öğle namazlarını Say alanının Kabe'yi gören tarafında, Safa'ya yakın bir yerde eda ederim. Bu alanda, diğer vakitleri kıldığım seyrek olur.



Öğle sonrası başlayan yağmur uzadı da gitti. Otelde idim. Şimşek sesleri ve sağnak yağmurun o bildik sesleri. Pencereyi döven şıvgınlar.



Maksadım dinlenmekti. Abdest hazırlıkları ve arkasından abdest beni pencereden yağmuru seyretmeyi engelledi.



İkindi yaklaşmakta.

Ama sağnaklar yeniden başladı.


Çantam omzumda sokaktayım.

Seller kesilmek bilmiyor. Karşıdan karşıya geçmek zor.
Bu kutsal iklime, senede 1, bazen de 2 defa  yağmur yağarmış. İşte 1'i bize rast geldi.


İkindi okunuyor. Henüz sokaktayım.

Otobüs bekliyorum.


İkindi okundu.

Hay şeytan! Her zaman sık sık gelen servisler neden gelmiyor.


Mahalle mescidinde mi kılsam acaba. Hayır, diyorum sonra. Haram'a yetişirim. Belki farza yetişirim. Gitmeliyim. Aman Allah'ım, servisler gelmiyor. İşte geliyor.



Son secdede yetişiyorum. Cuma namazı olsaydı kıldığım şayet, iş tamamdı. Yani yetişmiş sayılırdım.



Seccademi korkusuzca seriyorum çekilmiş sular üzerine.



İkindiye yetişememe acısını taşıyarak başlıyorum 1. Rekata.



(Abdulmutalip) dede'nin evinin aşağısında ferdi namaz kılıyorum.



Yağmur her tarafı yıkadı, bütün kötülükleri temizledi. Ebukubeys ağıdını hızlandırdı. Önceleri de ağlarmış ama kimsecikler bilmezmiş. İçten içe. Şimdilerde bunu açığa vurdu. Tünelin başlanğıcındaki bilinen gözyaşından güvercinler sulandı.

Kıralın sarayının önünde gözyaşları daha belirgin.


Mekke vadisi ve kara gözlüm.



Ebukubeys ağlar.



Ağlaması her zamankinden daha net ve güçlü.



Gözyaşlarından güvercinler sulanır.

Eteklerini indirmiş gülüm
Gülüm neden mahzunsun
Daha iki ay beklemeye gerek var (mı) eteklerini görmek için.


*


Arkadaşın dediğine göre, Mikat camisinin oralar sellemiş.

Senede 2 defa yağan yağmurun birini görmek bize nasip oldu.




Sakin bir görünüm var.

Ne havanın sıkleti, ne de dünkü kalabalık var? 40 dereceyi gösteren termometre 22'lere kadar indi.
Her yanı temizledi ve yıkadı.
İşçiler temizlik yapıyor içerde ve dışarıda.
Ne güzel!
Tavaf havası zannıyla tavafa dahil oluyorum. Kabe'nin çevresinde içe doğru girdikçe sıcaklığın arttığını yaşamak ihtimal dışı değil.


Ama hayret! Artık yukarılara çıkmaz, diye düşünürken yanıldığımı anlıyorum. Sıklet, giderek artıyor. Akşam yaklaştığında 30 dereceyi buluyor. Her akşamki derece bu.



İftar yakın mı? Değil. İftarlık hurma çeşitleri dağıtılmaya başlandı. Bu gün erken başladı diye düşünürken, saatime bakıyorum. Evet iftar yakınmış. Kişilerdeki heyecan ve telaş boşuna değilmiş.



En azından 10 değişik ulusun insanlarını sayabilirim. Poşetlerindeki hurmaları ikram edecek birilerini arıyorlar. Arıyorlar çünkü buradaki insanlar doymuş insanlardır. Henüz iftar olmadı ama aç olan insan bulmak imkansız.



Ezan okunmak üzere.

Çantalar açıldı. Herkes maharetini döküyor. Hurmadan başka yiyecek çıkmıyor çantalardan.


Benim çantamda bir dilim ekmek var. Hani Haram'a girişte dağıtıyorlardı da almıştım. Şimdi düşünüyorum da, neden, niçin ve nasıl içeri geçirmişler ekmeği. Ve ben neden ve niçin almışım bu yasaklanan nimeti? Nimet yasaklanır mı? Yasaklanmaz elbet. Ama burada değil. Yaratıcı tarafından yasaklanan nimet Asker Devletince aramaya tabi. 'Benim evimde, demiş Yaratıcı hurmadan ve zemzemden başka yiyecek yenmez.' İşte kural bu. Hayıflanıyorum. Bu kurala neden uymadım? Vah bana, yazıklar olsun. Tövbe Yarabbi! Affına muhtacım.' Demek taşıyor damarlarımdan. Hatamı (bilinçsizce geçirdiğim ekmeği) sağa uzatıyorum, benim ekmekten alan olmuyor. Sola uzatıyorum yine bir talipli bulmak ihtimal dışı. Ve ekmeği ben ısırıyorum. Ekmek boğazımda düğümleniyor. Zemzem içiyorum, hayır. Çantamdaki suyu çıkarıyorum, içiyorum, hayır.

Burada yatsıyı eda edip, teravihi kılma niyeti taşıyorum. Kalabalık öylesine ki, namaz esnasında bile seccademin çiğnenmedik yeri kalmadı. Seccademi yeni yıkamıştım. Islaktı. Üzerine basılan yer çamura kesiyor. Keza gündüz yağmur yağdı. Ayakkabılı ve ayakkabısız, kirli ve temiz ayaklar seccademin üzerinden geçti. Namaz aralarında ne kadar seccademin ayaklar altına taşan kısmını geri geri çeksem de, solumdakinden azar işitip durdum.


------------------------

8. Gün, 22 Ekim 
Mustafa amca Ordu'ludur.
Sanırım varlıklıdır, diyor, Mehmet Ali.

Sanırım 'ı fazladır, diyor arkadaşı. Arkadaşı dedimse kendi gibi yaşlı değil elbet. Kazım, Samsun'lu ve 30'unda. İlk defa gelmiş. Büyük bir amacı olduğunu söylüyor. O da Mehmet Ali gibi mobilya işiyle uğraşıyormuş. Mehmet Ali gibi tek değil de, hanımı ile gelmişler. M. Ali'nin dediğine göre o da ön hazırlık, yani hacca alt yapı oluşturma emelinde.

Kazım, Mustafa amcanın gıyabında varlığından bahsetti. 'Şu kadar fındık bahçem var. 'demiş Kazım'a.

M. Ali soruyor: Değeri nedir, diyor?

Yıllık geliri 40'a yakın olduğunu söylüyor.
Sonra ekliyor: Bir karı ve koca.
*
10 evim var İstanbul'da diyor, yaşlı adam.

Oğulları, kızları ve torunlarının toplamı bu kadarmış. Nerede istese orada kalırmış.
Hepsine ayrı ayrı hediye gerek diyor.

Unutulur mu? Bir gece karyolasının başucunda Kur'an-ı gördüm. Kaldırdım ve Mustafa amca bu nedir, dedim?
İmama götürecekmiş.
Sonra güzel bir de tespih aldı imama. Seccade de alacak oldu. Hayır, dedik, Türkiye'de daha iyisi var. O, illa buradan almak istedi.
Aldığı yiyecekleri her zaman 3 kişilik alır. Uyarırız onu. 'Bak Mustafa amca sen oruçlu iken yeriz zannıyla alıyorsun, ama yiyemeyeceğiz. Ekmekler artıyor. Dükülecek....'

Hanımı için 'koca karı 'der. ' Koca karı ancak bir çay yapabiliyor bana.' der. Bu sözüyle romatizma hastası olduğunu ima eder. Bu gibi gereksiz sözleri, (aslında gereksiz değil, ama bu iklimde gereksiz.) ' neden getirmediği' sorulunca söyler.

Mustafa amca, 83 yaşında yani 1340'lı.

Doğumunu öğrenince ilk defa sorum şu oldu:
'4 sene askerlik yaptın değil mi?'
O:
'Hayır,' deyince bakakalmışım.
'Hayır, dedi, 3 sene askerlik yaptım.'
'Ama babam da 1340'lı. Babam 4 sene yaptı.' dedim.  
1340'lıların bir kısmı 3 sene askerlik yapmışlar.
*
Çantamı rastgele yerlere bırakıyorum. Çantam, mescidin bir köşesinde beni beklerken, ben tavaf yapıyorum, namaz kılıyor, ibadet yapıyorum. Unutuyorum onun varlığını. Bize hep yanlış bilgiler verildi. Hani bir yere bırakılan eşya mutlak kaybolurdu? Ben 10 defa bıraktım, kaybolmadı. Kaybolmadı, zaman zaman da yer değiştirdi. Ya da kişi öyle sanıyor. Bıraktığı yeri karıştırıyor. İşte, rasgele çantamı bırakıp, tavaftan sonra ayni yerde bulmam, beni şu gerçeğe götürdü:'Burada, kimse kimsenin kuruşuna tenezzül etmez.'

İftarı, 2 defa Mehmet Ali ile bir defa yalnız başıma evde yapıyorum. Bir akşam evde yalnız iftar yaptım. İftardan sonra mahalle mescidine namaz için gittiğimde, henüz namaza başlamamışlardı. Saf yerlerindeki serili sofralardan bazıları henüz kaldırılmamıştı. Fazla yemeklerdi bunlar, yememem gereken yemeklerdi, yedim işte. Sonra o esmer kişilerin çoğunlukta olduğu mescide yemek artıklarının döküldüğünü gördüm. Kametle birlikte sofra toplandı.

Namaz bitiminde, dökülen taneler beni kahrettiler.

Dört akşamımı Haram'da geçirdim. Hastaneden su aldım her seferinde. Hastanenin suyu ılık olduğu için alıyorum. Şimdi çantamda su var. Bir de tamahlık ederek dağıtılanlardan aldığım ekmek parçası. Ekmek parçası o kadar küçük ki bir çocuk rahatlıkla yer ve doymaz. Sonra hurmalar. İftara yakın suyu - ekmeği çıkarıyorum. Hurma, zemzem dağıtıcıları bir biriyle yarış yapıyor. Dağıtıcılardan aldığım 3 bardak zemzem, bir iki avuç kadar da hurma çeşitleri. Ve çantamdaki ekmek. Ezan okunuyor. Burada daha çabuk okunuyor gibi geliyor akşam ezanı.

---------------
23 EKİM:

Bu Gün Bayram

SABAH

Akşamdan tenbih edildi. Sabah namazını mahalle mescitlerinde, bayram namazını da tünel girişinde kılıp, hemen döneceğiz diye. Nedeni, garip bir açıklama idi. Efendim, izdiham olurmuşda, saat 10'a kadar kalabalıktan çıkmak mümkün olmazmış. Yani, 5 saatlik bir zamanda 200/300 metreyi çıkmak imkansızmış. Ya da şöyle diyelim: Bu zaman zarfında, Kabe-Efendimizin evi-tünel önlerine gelmek imkan dahilinde değilmiş. Bu açıklama bana inandırıcı gelmediğinden, konuşan kişilerde samimiyet bulmadığımdan için için güldüm.

Söylenenelerin birini de yapmayacaktım. Hani ulul-emre iteat gerekiyor ama… aması, için için güldüğüm adamları  emir görmüyürüm. Başka bir deyişle inandırıcı bulmuyorum açıklamaları.

Gitmem gerekti. Gitmem gerekti çünkü vedamız yoktu.
Ve erkenden gidip, Tafav yapıp, Kabe düzlüğünde bayram namazı kılmayı hayelledim.
Sabah, bayram olduğu için teravih namazı ve teheccüd yoktu. Diğer gecelere nazaran oldukça erken yatağa düştük. Saat 23/24 gibi.

Hayalimi gerçekleştirmek üzere birkaç saat sonra kalktım. Uyandığımda ihtiyar (Mustafa amca ) yatağında yoktu. Nereye gider bu ihtiyar? Mustafa amca 83 yaşında. Ağır duyan, ayağı sağlam basamayan bir ihtiyar. Ağır duyar, dedim. Halbuki şöyle demeliydim: Söyleneni hep yanlış anlar. Belki de akşamki telkinleri, ya hiç duymamış, ya da yanlış anlamıştır.

Düşündüğüm olmuştu.
*
İşte son görüşüm bu diye düşündüm. Evet Kabe'yi son görüşüm olacak. İleri, daha ileri gitmeliydim. Kalabalıkta ilerlemek kalay olmuyor. Azmeden biri için zor da olacağını sanmıyorum.

Şimdi Kabe düzlüğündeyim. Şükür ki, her şey yolunda gidiyor. Tavaf uzun sürüyor. O ilk günlerin 10/15 dakikaya sığdırılan tavafı yok artık. 50 dakika, belki 1 saat sürüyor. Sürsün, sen ecre bak.

Namaza duruyoruz.

5. veya 6. safta sabah namazı kılmak ne kadar mutlandırıcı.

Saflarda yer kapma sevdasında olan dünya Müslümanları cidallaşıyor. Cidallaşma sevdalısı insanlara burada da rastlamak mümkün diye düşünüyorum.

1 Saat 35 dakika yerimizde bekliyoruz ki, bayram namazı kılalım. Alışılmışın dışında olsa da çok tekbirli namaza ayak uyduruyorum.

Namaz sonrası, otelime doğru ilerleyişim, arada bir geriye dönüp bakışım vardı.

Veda olsun sana.

Oteldeyiz. Ayrılmamıza dakikalar var diye düşünüyorum.

Ekip başı (görevli) odalarda kontrolde.

"Mustafa amca nerede?"

"Henüz gelmedi."

"Nerede?"

"Bilmiyorum. Kalktığımızda yoktu."

Öğleye doğru Mustafa amca geliyor.
Ona ne yaptığını soruyoruz.
Anlatıyor. Erkenden kalkıyor. Umre yapıyorum düşüncesiyle guslediyor. İhramını giyiyor Kabe'ye dahil oluyor. Önce sabah namazı ve arkasından bayram namazını kılıyor. Daha bitmedi; sonra Sa'y yapıyor.


ÖĞLE / YOLCULUK

Hani saat, 10'da Medine'ye hareket edecektik?

12.05'te hareket ediyoruz.

Otobüsümüz, tünele giriyor. Tünel uzun sürmüyor. 3/5 dakika sonra Kabe'nin önce kendisi kayboluyor, sonra minareleri. Gözlerimizi, camdan uzatıyoruz. Ona son defa bakıyoruz. 

Otobüste tartışmalar başlıyor. Tartışmalar uzuyormuş gibi. Zincirinden kurtulan şeytanlar aramızda geziyor.

Otobüsler bir konvoy oluşturuyor.

Çölde, sıcak hissedilmiyor. Çöl, uzuyor. Uzaklardaki ağaçlar net görünüyor. Silik renkleri daha da yeşillenmiş. İlerledikçe ağaçların silik renkleri etrafa vuruyor.

Dinlenme yerlerindeki marketlerin ne de vecelerin pisliğini görüyoruz. Marketten aldığımız, Türk markasını taşıyan meyve suyu ile biskiü bize yetiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder